İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Soyutlama ve Duyumsama – Özkan Eroğlu Söyleşisi

 Bu yazı, 2017 ders Belgeliği öğrencilerinin Özkan Eroğlu ile yaptığı söyleşinin videodan yazıya dönüştürülmüş versiyonudur.

– “Yıllarca ülkemizde “soyutlama” ve “özdeşleyim” olarak İsmail Tunalı çevirisi bulunan, fakat basılı bir kitap haline getirilmemiş olup fotokopilerle öğrencilere dağıttığımız metni en sonunda, büyük bir sabırla orijinal Almanca 3. baskısından bir okuma çalışması yaparak düzenledik. Bu, bir çeviri çalışması değil, bir okuma çalışmasıdır. Okuma çalışmaları, çeviri çalışmalarındaki kabalığı barındırmaz. Öğrencinin bu karmaşıklıkla vakit kaybetmesini istemedim, direkt olarak bilgiyi öğrenciye aktarmak istedim ve öğrencinin bu bilgiyi istediği gibi kullanmasını ve başkalarına da aktarmasını sağlamak istedim. Sadece öğrenciyi düşünerek yapılmış bir kitap olduğunu net bir şekilde ifade edebilirim.
Konu Wilhelm Worringen’in doktora tezidir. Almancası “Abstraktion und Einfühlung.” Türkiye’de aydınlar yazar takımı daha önce “Soyutlama ve Einfühlung” olarak çevirmiştir. Ancak bu çeviri doğru değil, bir tarafı Türkçe bir tarafı Almanca kalmış. Birebir çeviri yaptığını iddia eden bir yayınevi ise “özdeşleyim” olarak çevirmiştir. “Einfühlung” kelimesinin karşılığı olan “özdeşleyim” kelimesini, benim “duyumsama” olarak kullandığım kelimeyle ne kadar farklı veya farksız olduğunu açıklamak istiyorum.
“Özdeşleyim”, Türk Dil Kurumu’nda yerini almış bir kelime olsa da, ben bu kelimeyi çok benimsemedim. Neden “duyumsama” kelimesini kullandığımı anlatayım; “duyumsama”, duyu organlarımızla algıladığımız şeyleri ifade eder. Tabii ki, duyu organlarımızın derinliği, derin bir algılamaya neden olabilir. Bazen buna “derin hislenme” diyorum. Derin his, yaratıcı sanatla ilişkilidir. Yani yaratıcı sanat, özel bir kavramdır. Her resim yapan, her heykel yapan veya her grafik yapan yaratıcı sanata ulaşamaz, ancak sanata ulaşır.    Dolayısıyla, hislerle algılanan sanattır, ancak derin hislerle algılanan yaratıcı sanattır benim anlayışıma göre. Ancak, bu hislere yol açan en başta duygular, duyumlar ve duyumsamalardır. Bu nedenle, soyutlama ve duyumsama konusu, elde edilen zenginliklerden dolayı çok değerli bir konudur.

Duyumsamanın bir özelliği, dışarıdan bir etkinin size, yani ruhunuza, bedeninize yani “Körper” dediğimiz şeye gelmesidir. Yani size çeken bir tini vardır. Her türlü bedene de “Körper” denir, ancak asıl “Körper” estetik kelimesiyle kendinizi çekmeniz, dışarıdaki algıları içe almanız, bir mıknatıs gibi olmanız, size gelmesidir. Bir şeyler size girer, içinizdeki bilgi ve duygularla birleşir ve tekrar sizden çıkar. İşte ben bu şekilde duyumsamayı en geniş anlamda benzetiyorum. Bir ok yaydan fırlar ve vücuda saplanır, ancak vücudu delip geçerek başka bir yere saplanır. Duyumsamanın böyle bir mantığı vardır. Ancak daha kaba anlamda, duyu organlarımızla algıladığımız bir konudur.
Burada vurgulanması gereken bir nokta, soyutlama ve duyumsama konularıdır. Bir sanat eserinde soyutlamayı gözle keşfedebilir ve görebilirsiniz. Oradaki duyumsamanın derinliğini anlayabilirsiniz, eğer iyi bir iç hissiyatınız varsa. Duyumsama kavramı, ruhla ilgili bir şeyleri içerirken, öte yanda biçimle ilgili kaygılar vardır. Şimdi, görsel sanatlardan ve resimden bahsedelim, dağılmamak adına soyutlanmış bir resimde biçimleri algıladığımızda, somut bir şeylerle meşgulken gözümüzle oraya girerken, öte yanda ruhla ilgili hareketlerimiz olur. Ruh devreye girdiği yerde, zihin-bilgi ilişkisi ve daha sonra en üst nokta olan “Geist” yani tin girer.
Şimdi, ben bir bedenim, bir ruhum ve bir zihnim var. Ruhumu ve zihnimi kullanarak bir “tin”e ulaşabilirim. Dolayısıyla, bu tin insanını aramak, hatta tin insanı olmaya yaklaşmak bile soyutlama ve duyumsamadan geçer. Burada Kandinsky’nin “Über das Geistige in der Kunst” eseri devreye giriyor ve bu çalışmayı tamamlıyor. Çünkü orada doğrudan konu sanat ve “Geist” yani tin. Her şey orada ruhani bir aleme benzer. Burada ise soyutlama, her şeyi daha maddi bir düzlem üzerinden ilerletirken, soyutlamayı manevi kavramla birleştirip yardım alarak, öbür tarafta sanatı alarak manevi tarafı tamamlarız. Sonuç olarak, biri maddi olanı tamamlarken soyutlamadan yardım alırken, diğeri de manevi olanı tamamlarken sanattan yardım alır. İki taraf birbirini tamamlar.”

-Nesneli Hislenme ve Nesnesiz Hislenme Kavramlarını Açıklayabilir Misiniz?

– “Peki, şimdi nesneli hislenme ve nesnesiz hislenme konusunu açıklamak için bir örnek verelim. Bilindik bir şeyden yola çıkarak anlatalım. Mesela Monet’i düşünelim. Aynı şekilde Mona Lisa’yı düşünelim. Mona Lisa karşımızda bir resim olduğu anda, nesneleşir, donuklaşır ve bize sunulmuş bir nesne haline gelir. Diğer tarafta ise siyah bir Klee görürüz, o da bize bir nesne olarak sunulur. Fakat Mona Lisa ile Klee arasında bir Cezanne olduğunu söyleyebiliriz. Cezanne, Mona Lisa’yı Klee’ye dönüştürmeye çalışarak soyutlama yapmıştır. Yani Cezanne, nesnesiz hislenmeyi temsil eder. Bu konuda Maleviç gibi Mondrian gibi yeni plastikçilerin, yani sanatın ruhani ve derin konularıyla ilgilendiklerini söyleyebiliriz. Ayrıca, dikkat ederseniz Leonardo da Vinci çok derin bir insandır ve filozofik yönleri olduğu kaynaklarda anlatılır. Biz hâlâ onun manevi yönünü tam olarak anlamamış olabiliriz. Örneğin, aylarca son akşam yemeğini tamamlamamıştır ve papazlardan kaçmıştır. Bu da onun başka bir alemle ilgilendiğini gösterir, çünkü son akşam yemeği onun için çok nesnel bir hislenmedir. Oysa o, nesnesiz hislenmeyle uğraşır. Benim demek istediğim, eğer nesnesiz hislenmeyle ilgilenirse, diğer tarafta psikolojideki ve felsefede hislenmeye daha kolay ulaşabilir ve bize daha kolay ulaşabilir. Bu yüzden soyut sanat prensibiyle daha uyumludur ve daha kolay bir ilişki kurar.
Diğer tarafta, nesneli hislenme dediğimiz figüratif sanatın da çok yapıldığını görebiliriz. İster insan figürü, ister ağaç figürü, ister araba figürü olsun, genel anlamda figüratif sanattan bahsediyoruz. “Yapacak ne kaldı ki?” sorusu insana sorulur. Zaman zaman hepimiz bu soruyu sormuşuzdur, figüratif sanattan ilerlemek istiyoruz ama ne yapacağımızı bilemiyoruz. O zaman bir çıkmaza girdiğimizi düşünebiliriz, ancak aslında çıkmaz yol diye bir şey yoktur. Orada da ilerleyebiliriz, ama daha dar bir alanda ilerlememiz gerekebilir. Neden mi? Çünkü maddi olan da tükenir dünyada. Bugün dünyanın bereketsizliği ve birbirini yemesi, maddenin tükenmeye doğru ilerlemesiyle ilgilidir. Dünya artık ağırlaşmıştır ve üzerini kalın giysilerle örtmek yerine hafifletmek gerekmektedir. Manevi olan, tıpta ve sanatta hafifletici bir etkiye sahiptir. Maneviyatın genel anlamıyla, ruhun ve duyumsamanın ilerlemesidir. Tindir diyorum ve duyumsamadan gidilen bir tindir. Önce bu konuyu iyi anlamamız gerekmektedir, ardından Kandinsky’nin eserine yönelebiliriz. Kandinsky’yi iyi anlamadan önce bu konuyu iyi hazmetmek önemlidir. Kandinsky’yi okuyup anladıktan sonra, bu noktaya gelmek zarar vermez, aksine iyi bir yol katetmiş olursunuz.”

-Worringer’in Duyumsama Tanımı ile Kandinsky’nin Derin Hislenme Tanımı Arasında Nasıl Bir Bağlantı Vardır?
– “Duyumsama duyumlarla gidiyorsunuz o derin hislenmeye. Yani öncelikle kendinizdeki pratik duyumları harekete geçirmeyi bilmelisiniz. Bu, bir çocuğun yürümeye başlaması gibi, önce sıradan duyumları yerine getirmeniz gerekiyor. Örneğin, bir şey düşürdüğünüzde yerden özür dilemek veya istem dışı bir şekilde bir şey düştüğünde “affedersiniz, istemeden oldu” demek gibi. Bunları önce yerine getiriyorsunuz. Sonra bir müzeye gittiğinizde bir eserin karşısında nasıl davranacağınızı ve nasıl bir duyumla yaklaşmanız gerektiğini öğreniyorsunuz. Elinizi uzatıp esere dokunmuyor, biraz saygıyla geriden durup ona bakmayı biliyorsunuz. Bu şekilde, insanın bu duyumları, bu güçleri arttıkça derin hisse doğru ilerler. Derin hisse hemen ulaşılamaz, çünkü derin his, duyumların derin olanıdır, duyguların derin olanıdır ve oraya ulaşmak için çaba sarf etmek, yatırım yapmak gerekiyor. Öncelikle insan olmayı, daha sonra da üst bir insan olmak için çaba göstermeyi gerektirir. Kısacası, bu böyle bir şeydir.”

-“Doğa somut olanı, doğadan uzaklaşma ise soyut olanı temsil eder. Bu iki uç arasında çeşitli derecelerde soyutlamalar vardır.”

-“Evet, önceki volüm meselesinden bahsediyor. Doğada bir güvercine, bir saka kuşuna veya bir ağaca rastladığınızda, soyutla ilgilenmek isterseniz, gözlemlerinizi somut üzerinden yapmaya başlarsınız. Örneğin, bir saka kuşunun güzel öten bir kanarya kuşu olduğunu duyduğunuzda, o sesin etkisinden etkilenip içinizin o sese dolmaya başladığı an veya güzel bir kuş sesini duyduğunuzda hangi ağaçta olduğunu merak ederek başınızı kaldırdığınız anda, doğadan yavaş yavaş sıyrılıp manevi ve tinsel olanın yolculuğuna çıkarsınız. İşte bu, hemhal olma olarak adlandırılır ve o örtüşmeyle manevi ve tinsel olana doğru bir yolculuk başlar. Burada, daha sık manevi olan kelimesini kullanmayı tercih ediyorum çünkü “tinsellik” ağır bir kelime, çünkü oraya daha varmamız gereken bir yol var. Hepimizin bir yolculuğu var.”

-“Estetik zevk, nesnelleştirilmiş kendi zevkimizdir.”

– “Tabii, her insan bir estetik noktaya baktığında ondan zevk aldığını söyler. Aslında bu bakış sıradan bir insan için geçerlidir. Bir film izlediğinizde veya bir resme baktığınızda zevk aldığınızda, burada “zevk” kelimesi tamamen uygun bir ifadedir. Ancak “estetiğe giriş” adlı bir kitap var, Geiger’in “Zugänge zur Ästhetik” adlı kitabı. Bu kitap ağır bir kitaptır, Almanca’da yazılmış ve ciddi bir kitaptır. Estetiğin özünü açıklıyor. Ben daha küçük bir parçasını okuyunca insanların kendi düşüncelerine dalmasını istiyorum. Dikte etmek istemiyorum, insanlara her zaman kendi fikirlerimizi dayatmayalım. Bu konuda da karşı çıkıyorum, zaman zaman bu tür cümleleri kendi kitaplarımda kullanacağım. Geiger, estetik zevk mi almalıyız, yoksa estetik olanı mı hissetmeliyiz diye tartışıyor. Ancak kavramı düşünürken, lütfen karşıtıyla düşünün, size bir ipucu veriyorum. Zevk ise zevksizlik, mutluluk ise mutsuzluk ile yan yana düşünmeden doğru sonuca ulaşamazsınız. Geiger, mutluluğu öneriyor ve ben buna katılıyorum. Bir estetik nesne karşısında mutlu veya mutsuz musunuz? Bunu sorgulayın. Bence doğru olan mutluluktur.”

– “Kesin sanat istenci, nesneleşmeyi yakalama olanağını bulur.”

– “Dünyada bunun birçok örneği vardır ve bunu engellemek çok mümkün değildir. Sanat istenci dediğimiz şey, birçok ressamın ve heykeltıraşın ortaya çıkmasına neden olur. Ama bu kesinlikli sanat istenci, bizim ilgilendiğimiz nokta aslında. Sanat istenci, sanata kesinlikli sanat istenci dediğimiz tanıma karşılık gelir, yaratıcı sanat ile ilgilidir. Bu noktayı vurgulayalım, çok önemlidir. Bu kesinleşme, insanın manevi yönden taşarak neredeyse bir taşma haline ulaşması, ulaşmak istediği tinsel insan olabilme durumuyla ilgilidir. Bu kesin sanat istenci, Absolute Kunst Wollen olarak adlandırılır.”

– “İlkel toplumların sanat istenci korku temellidir.”

– “İlk insan da korkuyordu ve bugün de insanlar korkuyor. Belki bugünün en korkak insan tipi vardır. Burada korku, bilinmezlikten kaynaklanan bir korkudur, bugün de insanlar ne yapacaklarını bilmiyorlar. Kant bunu açık alan fobisine benzetiyor.”

– Taklit duygusu ile doğalcılık arasındaki fark nedir?

– “Bu da önemli bir konu. Bugün dünyada sanatta taklit güdüsüyle yürüyen sanatla, taklit güdüsüyle yürümeyen sanat arasındaki farkı düşünelim. Biraz önce bahsettiğimiz gibi, yaratıcı sanatçı taklit güdüsüyle yürümeyen bir sanatçıdır. O taklit etmez. Hiçbir taklide ihtiyacı yoktur, dolayısıyla somut olandan soyutlamaya, hatta daha da soyuta doğru soyutlamaya ve kendini ifade etmeye yönelir. Bu taklit arzusundan kopma, soyutlamaya giden yolu açar. Şöyle düşünelim, bir resim görürüz, soyutlamanın soyutu olan bir resim. Bir resim daha görürüz, somut olanı soyutlamadır, imgeler daha belirgindir. İkisi farklı volümdür, ancak soyutlamadır. Sonuç olarak, mutlaka birtakım imgelerin eğitimini, belirlilik veya belirsizlik yönünde yaparak somuta ya da soyuta doğru yürürüz, bu konuda hemfikirim.

Ancak burada soru şu, taklit olgusundan nerede kopacaksınız? Sürekli olarak “atölye hocasına benziyor” demeye devam ediyoruz, değil mi? Evet, o kişi oraya kadar yürüsün, bunda bir sakınca yok, ancak mezun olduktan sonra artık o yolda yürümekten vazgeçmeli çünkü taklit içgüdüsü devam ediyor. Mezun olduktan sonra artık kendi ayaklarının üzerindesin, ne atölye hocası ne de okuldaki herhangi bir ekolün etkisi senin üzerinde olmalı. Kendi ekolün oluşmaya başlamalı, oluşsun demiyorum, ancak oluşmaya başlamalı. Benim kastettiğim de budur.”

Sanattaki anlam boyutu

-“Bir sanatçı olarak kendi üslubunuzu oluşturabilmeniz için sanat tarihindeki anlam katmanlarını çok iyi tespit etmeniz gerekmektedir. Yani bu nedir? Kendi bilinçli sanat tarihinizi yapmış olmanız gerekmektedir. Sanat tarihleri size sunulur, doğru, ancak bunlara inanmamalısınız. Siz onları okuyarak kendi sanat tarihinizi yaratmanız gerekmektedir. Bu beceriyi kazanamadığınız sürece büyük bir eksiklikle karşı karşıya kalırsınız, bunun üzerinde durmalıyız. Yani sevgili Leyla’nın bahsettiği anlam katmanlarına ulaşamazsınız, bu da Worringer’in belirttiği anlam katmanlarına ulaşamamak anlamına gelir ve hatta öğretmenlik açısından bile eksiklik teşkil eder. Sanat yapmaktan vazgeçin.”

– “Uzam betimlemesinin yok edilmesi, uzamdan kurtulmayı becermiş bir biçime yaklaşmak amaç olmalıdır.”

– “Klasik dönemlerde bile sanatçılar uzam betimlemesinden kaçınmışlardır. Burada kastedilen şey resmin çerçevelenmesi, sınırlarının belirtilmesidir. Bazı klasik resimlerde atın başı resmin içinde, dışı yok, çerçevenin dışında yer alır. Bu, klasik resimde uzam kavramından kaçma isteğidir. İlkel bir yaklaşımdır, ancak biz buna mekân konstrüksiyonu deriz. Yani bir kısmı mekânda görünür, diğer kısmı ise mekanın hayali konstrüksiyonunda devam eder, atın diğer yarısı gibi. Ancak asıl başarılı olan, modern sanatın geldiği noktadır. Artık orada çerçeve konusu yerle bir edilmiştir.”

-“Avrupa insanının büyük karakter hattı rönesansta oluşmuştur.”

– “Şimdi bakın, Henry Wölfflin’in sanat tarihinin temel kavramlarına dair eserleri, Ahmet Cemal tarafından çevrildi. Batı sanatının prensiplerini belirleyen dönemler vardır. Örneğin, Rönesans dönemi 15-16. yüzyıla denk gelir, ancak asıl etkisi 16. yüzyılda görülür. Bir diğer önemli dönem ise 17. yüzyılda gerçekleşen Barok dönemdir. Bu dönemler birbirine zıt temeller üzerine inşa edilmiştir, bunu zaten biliyorsunuz. Örneğin, Rönesans’ta çizgi ön plandaysa, diğerinde gölge ön plandadır. Rönesans’ta çokluk odaklı bir konu varken, diğerinde birlik vardır. Rönesans’ta belirlilik hakimken, diğer tarafta belirsizlik vardır. Yani Wölfflin, bu 5-6 temel kavram üzerine kurulu bir teori geliştirir. Bu tabii ki patlamanın olduğu yerdir, ancak aslında ana hat belki Rönesans’ta başlasa da, sistemleşme 17. yüzyıl Barok döneminde gerçekleşir. Aslında, sanattaki modern devrimin yeri Empresyonizm değil, modern devrim 16-17. yüzyılda, yani Barok’a geçişte gerçekleşir. Bu geçişin gerçekleştiği yer ise Maniyerizm içerisindedir. Yani yüksek Rönesans olarak adlandırdığımız son Rönesans dönemine yakın olan sanatçılar, El Greco, Parmigianino, Pontormo, Tintoretto gibi isimlerdir. Bu sanatçılara, Rönesans’ı içselleştirmiş ve Barok’a geçişe öncülük etmiş sanatçılar diyebiliriz.
Köyde birisinin yaptığı bir el işine baktığınızda zevk alırsınız, dediniz. Şimdi, neden bu el işinden zevk alırsınız? Çünkü o büyük bir sanat eseri olmasa da oradaki doğallık sizi büyüler. İşte bu, Worringer’in bahsettiği doğal özelliğidir. Worringer, ilkel kabilelerin hala yaşayan, primitif insanların yaptığı sanata büyük değer verir. Gerçek yaratıcı sanatın kökleri oralarda yatar, der. Ben de buna katılıyorum. Ayrıca, şunu eklemek istiyorum, yaratıcı bir sanatçının yaklaşması gerektiği üç tip vardır. İlk olarak, çocukların yaptığı resimler ve el işleridir. İkincisi, akıl rahatsızlığı olan insanların yaptığı sanattır. Üçüncüsü ise mağara insanlarının veya hala var olan ilkel toplulukların yaptığı sanattır. Ne kadar yaklaşıyorsak veya ne kadar izler taşıyorsak, yaptığımız sanat o kadar yaratıcı sanata yaklaşır. Worringer’ın aslında en açık şekilde ifade etmek istediği budur. Belki çocuk resimleri veya deliler gibi ayrım yapmıyor, sadece ilkel topluluklardan bahsediyor ancak bence diğer iki tip de buraya girer.

Tabii ki, neden orta çağdaki basit primitif malzemeyi Rönesans dönemi değerlendirdiğini söylüyorum. İlk çağda akıllıca bir şekilde kullanıldı. Örneğin, bir kitap minyatüründe bulunan bir deseni, stilize bir deseni alarak bir resimde yeryüzündeki bitkileri gösterirken ona benzetti. Fra Angelico gibi sanatçılarda bu özellik görülebilir. Orta çağın dekoratif yönünü ve stilize yapısını ustaca kullanabilen nadir sanatçılardandır. Da Vinci’nin ‘Kayalıklar Bakiresi’ adlı eserinde, bitkilere ne kadar dantel gibi işlendiğini görebilirsiniz. Burada, orta çağın o stilistik yapısının olmadığı söylenebilir mi? Mümkün değil.”

– Mağara resimlerini yapan insanlar sanatçı mıdır yoksa yapılan resimler bir ritüel midir?

– “Örneğin, Fovizm ile Alman Ekspresyonizmi arasında nasıl bir fark vardır? ‘Angst’ Almanca’da ‘korku’ ve ‘endişe’ anlamına gelir. Alman dışavurumu, endişeyi ve korkuyu içsel olarak taşırken Fovizm dışavurumu, endişeyi ve korkuyu dışarıya vurmaz. Fovizm, Akdeniz’e özgüdür, sıcaktır ve renkler tüpten çıkmış gibi kullanılır, canlıdır. Diğer tarafta ise renkler yine tüpten çıkmış gibi kullanılır, ancak daha karanlık ve korku doludur. Ernst Ludwig Kirchner’ın eserlerine, Erich Heckel’e, Otto Mueller’e bakın, Alman Ekspresyonizmi’nin birinci kuşağına yani Birinci Dünya Savaşı dönemine denk gelen Alman Ekspresyonizmi’ne. Orada korku neredeyse tek bir kaynaktan gelir, sanatçılar üzerinde etkili olur. Dolayısıyla, mağaradaki insanın korku duyması ile birinci kuşak Alman dışavurumcularının korkusu arasında bir paralellik vardır. Korku temeli üzerine düşündüğümüzde, demek ki korku endişe, yani içsel bir psikolojik belirti, etkin bir şekilde sanat için kullanılır, yaratıcı sanatın doğmasında etkili olur. Bu durumda Worringer haklı, çok haklı. Worringer, çağı gereği belki de çok fazla dönemin sanatına değinmemiştir. Ancak Carlo Carrà gibi bir İtalyan fütürist sanatçıyla ilgili bir denemesi olduğunu söyleyebilirim. Onun dışında Worringer, çağındaki sanatla çok ilgilenmese de, sizin bahsettiğiniz cümle, Worringer’ın çağıyla ilgili düşüncesini, Alman dışavurumu aracılığıyla gündeme taşır. Bu nedenle, örneğin Almanya savaşı kaybetmiş, Fransa ise galip gelmiştir. Ezik bir halkın acısıyla galip bir halkın acısı arasında burada sanat sosyolojik ve sanat psikolojik algılamalara ulaşabiliriz.”

–  Mağara resimlerine ilk dışavurumcu resimler diyebilir miyiz?

– “Evet, rahatlıkla diyebiliriz. Analoji çok önemlidir, arkadaşlar. Analoji, gerçeklere dayalı yan yana getirmelerdir. Örneğin, Ernst Ludwig Kirchner ile birlikte bir tane Henri Matisse, bir tane Otto Mueller, bir tane da Vinci, bir tane Caravaggio gibi sanatçıları alıp bir araya getirerek konuşun, işte buna analoji diyoruz. Maalesef, eğitim sistemimizde böyle bir uygulama yapılmamaktadır. Analojik bakış açısını geliştirmek önemlidir. Örneğin, Caravaggio’nun karanlıkçı tarzının yanına bir Ludwig Meidner gibi bir Alman dışavurumcu ressamı koyun ve apokaliptik ölüm temalı resimlerine bakın. Bu, yan yana getirme ve görme, gördükten sonra da belli algıları anlama ve anlamlandırma sürecini geliştirir. Aynı zamanda ruhsallık ve zihinsellik üzerinde de etkili olur. Kandinsky’deki tanımlamalarda da bu önemli bir yer tutar.”

– Mağara resimlerinde soyutlama var mıdır.

  Soyutlamanın başlangıcı nereye dayanır?

– “Soyutlama olması gerekir. Neden mi? Eğer korku kavramından yola çıkıyorsak, iç endişe, iç psikolojik yapı ve ruh üzerinde etkili olur. Ruh, o günkü zihinsel deneyimleri etkiler ve dolayısıyla o günün ruh hali ve tini üzerinde etkisi olur. İşte bu nedenle, ilkel mağara insanı hem ilk dışavurumcu olarak algılanabilir hem de ilk tinsel değerlere sahip resimleri yapan kişi olarak değerlendirilebilir. Ayrıca, ilk duyumsamayı alan kişi olarak da değerlendirilebilir. Zaten asıl amaç, içimizi onlar gibi açabilsek sorunun çözüleceği düşüncesidir.  Mağara insanı duyumsama ve soyutlamayı içinde barındırır, ancak onun için adı soyutlama değildir. O insan, hayatta kalabilmek ve yaşayabilmek için resim yapar çoğunlukla. Kendi tanrısını kendine göre tanrı ilan eder. Örneğin, ünlü Robinson Crusoe hikayesinin bir filmi vardır. Adam adaya düşer ve bir beyzbol topu üzerine kanayan elinin şeklini yapar. Bu şekil, bir yüzü andırır ve adam bu yüzle avunur adeta. Bu basit bir Hollywood filmi ve tüketim sektörünün bir ürünüdür, ancak buradan bir ders çıkarabilirsiniz, eğer alabilirseniz. Bu sahne sizi mağara insanına, ilkel yaşamlara ve ilkel yaşamların sanata nasıl baktığına dair düşünmeye yönlendirir. İşte ne kadar önemli, ancak sizde bir şey varsa bu zincirleme düşünce zincirini oluşturur, yoksa oluşturmaz. Ben şunu söylüyorum, kuram tek başına hiçbir işe yaramaz. Pratikte tek başına hiçbir işe yaramaz. Bu iki unsuru sağlıklı bir şekilde sentezlemek ve onları bir ikili gibi algılamaktan ziyade gnostik bir algıyla karşıtlık içeren güçleri bir araya getirmek zorundayız. Zıtlıkları ve ayırıcıları değil, mutlak surette bir senteze doğru ilerlemeliyiz. Bu beceriyi gösteren zihinler ve ruhlar gerçek tinselliği tadabilirler. Aksi takdirde gerçek tinselliğe ulaşamayacaklardır. Bu konuda son derece eminim.”

– Mağara resimlerindeki soyutlama bilinçli bir soyutlama mı yoksa bir kusur mu?

– “Bilinçli bir soyutlamadan bahsedilebilir. Örneğin, büyükbaş veya küçükbaş hayvanları avlayabilmek için mağara insanları çok güçlü çığlıklar atarak onları yüksek yerlerden aşağıya sürer ve ölümlerini sağlar. Sonrasında ise bu hayvanların kanından, derisinden, kemiklerinden yararlanırlar. Bu bilgiler, antropologlardan edindiğimiz kabaca bilgilerdir. Bu durumda, onları takip etmek veya tam tersi, onların hayvanların sizi takip etmesi gibi bir durumda, bu ikisinin yaratacağı ruhsal atmosferi düşünmek gerekir. Bu tür bir ruhsal atmosferde, kendi gerçekleriniz üzerinden ilerlersiniz ve her an soyutlama yaparsınız. Ancak hakikate ulaştığınızda, ya somut ya da soyut olur; hakikate ulaştığımızda mesele bu tek noktadır. Fakat bütün bu gelişme evreleri, uygarlık tarihinde birer soyutlamadır. Mağaradan tepeden girilen evlere, oradan kapısı olan evlere kadar mimari şeklin gelişimi bile bir soyutlamayı gösterir. Bugün söylediğimizde belki soyutlama içgüdüsü adını kullanmayabiliriz, ancak bu fark etmez. Önemli olan adın kendisi değil, biz biliyoruz ki o insan, soyutlama içgüdüsünü yaptığımız şeyi o dönemde yapmıştır. Bu noktayı bilmemiz yeterli, sizin de işaret ettiğiniz gibi.”

– Soyutlama derecelerinden örnekler verebilir miyiz?

– “Hani bir Da Vinci ne kadar somutsa, mesela Rönesans resim sanatçısı olarak veya bir Michelangelo ne kadar somutsa, aynı şekilde bir post-empresyonist Cezanne, Gauguin veya Van Gogh o kadar da soyutlamacıdır. Tabii ki, bir Maleviç veya bir Mondrian’ın yaptığı o üst düzey Neo-Geo işlerinde, bu sanatçılarda soyutlama daha belirgindir. Yani tam tersinden okursanız, modernin içinde onlar somut, klasik içinde belki onlar soyut kalabilir. Tam tersinden okursanız, somuttan tekrar Da Vinci’ye doğru veya somuttan soyuta doğru da gidebilirsiniz. Yani Da Vinci bir anda soyut da olabilir. Mesela, Da Vinci’nin resimlerinde, kimi yerleri aydınlık, kimi yerleri karanlık olabilir. Bu kompozisyonlarında şartlanmasına bağlıdır. Siz kimi yerleri çok net görürken, kimi yerler hakkında bilgi sahibi olamazsınız. Şimdi buna nasıl somut dersiniz? “Mağaradaki Meryem” adlı resimde algılayabildiğimiz ve görebildiğimiz yerler olduğu gibi, algılayamadığımız ve göremediğimiz karanlıkta kalan yerler de vardır. Şimdi bu resmin neresine somut dersiniz? Aynı şekilde, Caravaggio için de somut dönemin ürünüdür. O, erken barok döneminin önemli bir temsilcisidir ve onun da karanlıkta kalan yerlerine nasıl somut dersiniz? Demek ki, eğer görsel sanat yapıtıysa, mesele biraz da ışık ve karanlıkla ilgilidir.”

 

Hazırlayan (Videodan metne dönüştüren): Zülal Dicle Cengiz

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Günleme © 2019 Tüm Hakları Saklıdır.