İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yusuf Taktak “Sanat Eğitimi/Arşiv ve Müze”

Hakkında;

“1951 Bolvadin doğumlu Yusuf Taktak; 1974’te İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Resim bölümü Prof. Adnan Çoker Atölyesinden mezun olduktan sonra aynı yıl Salzburg Yaz Akademisi, Pro. M. Deliugi atölyesine devam etti, 1976 yılında İstanbul Resim ve Heykel Müzesi ve İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Resim Bölümünde çalışmaya başladı. 1999’da ise Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra 2005-2017 yılları arasında Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi Bileşik Sanatlar bölümünde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Halen İstanbul Beyoğlu’ndaki atölyesinde çalışmalarına devam etmektedir.”

ders BELGLEİĞİ öğrencileri olarak üzerinde çalıştığımız arşivleme ve müzecilik konusunda ki görüşlerini ve tecrübelerini merak ettiğimiz değerli sanatçımız Yusuf Taktak’a, samimi sohbetiyle bize eşlik edip göstermiş olduğu tüm katkıları için çok teşekkür ederiz.

M: Öncelikle ders BELGELİĞİ’nden başlamak isterim hocam. 1998 yılında ders notları ile başlayan bir oluşum aslında. Bu notlar Avni hocanın atölyesinde evrilmeye başladı. Atölye öğrencileri ve mezunları hiç kopmadan bir bütünlük yakalıyorlar. 

Y: Çok güzel.

M: Aynı zamanda atölyede bulunduğumuz ortamda belirli kollara ayrılıyoruz. Doğa, felsefe, müzik, edebiyat. Bunları hem bir araya getirelim hem de eğitime katkısı olsun diye farklı faaliyetler gösteriyoruz. 

S: Ve tabi sanatla ilişkisini de araştırıyoruz.

Y: Çok güzel bence çok iyi düşünülmüş.

M: Her yıl geliştirmeye çalışıyoruz, bu gibi etkinliklerde bir araya geliyoruz. Aslında birbirimizi tamamlıyoruz. 

Y: Kulüp gibi bir şey galiba.

Z: O mantıkta kurulmuş bir şey evet. Ben öğrencilik döneminde bir kulüp kurdum avangart adında.  Ama bu oluşum aslında daha köklü. Kendi söyleşimde de bahsetmiştim, ders BELGELİĞİ; geçmiş, şimdi ve gelecek arasında 3 boyutlu köprü gibi bir işlev görüyor. Bizden önceki dönem öğrencileriyle, onların çalışmalarıyla, hep onları bilerek, görerek ilerlenir. 

Y: Kaç kişi oldu arşivinizde, kaç sanatçı öğretmenle konuştunuz?

M: Şu an bir sayı veremiyorum ancak 10’u geçmiştir. Özdemir Altan, Tomur Atagök, Selçuk Mülayim, Avni hocanın öğretmenleri, bu şekilde. Bu konuşmalar da, atölyede bir konuşma geçer ve bir dert ediniriz, bunu kimle nasıl çözeriz diye bakıyoruz, uygun sanatçıyla iletişime geçiyoruz. Siz de şu noktada devreye girdiniz.

Y: Arşiv :))

Evet :))

M: Çünkü bizim atölyede bir arşiv niteliğinde ve bunu geliştirmek istiyoruz. Sadece sanatta değil, sanat eğitiminde de bu olmalı mı, bu arşivciliği eğitimde nasıl ilerletebiliriz diye sizinle görüşmek istedik.

Y: Çok iyi yapmışsınız, düşünceleriniz son derece güzel. Kutlarım.

S: Teşekkür ederiz.

M: Şu soruyla başlayacağım, bu arşivleme süreci sizde ne zaman oluştu, ne zaman bir sanatçı olarak arşiv yönünüzü keşfettiniz, bu nasıl gelişti ve bunu bir eğitmen olarak eğitimde de sürdürdünüz mü?

Y: Akademiyi bitirdikten sonra İstanbul’da kalabilmek için iş aramaya başladım. O sırada Adnan Çoker çok ilgileniyordu. Hüseyin Gezer de o dönem Resim-Heykel Müzesi müdürüydü. Bir gün de akademinin bahçesinde beni gördü. “Oğlum, seni ben resim-heykel müzesine almak istiyorum, hocanla görüştüm.” dedi. Ben de çok sevindim tabi ki. Bir yandan akademide hocalık, bir yandan müzede olup iki işte olacaktım. Beni müzeye götürdü, çok güzel bir oda ayırmış onu gösterdi. Odadan çıkarken sana tek bir sözüm var, “Bizim sanatçıya ihtiyacımız var, memura değil. Seni burada memur olarak görmeyeceğim.” dedi. Son derece müteşekkirim ona. Açık olarak bana yönümü gösterdi. Bulunduğum mekan arşiv olunca bizim Türk sanatçıları ile ilgili her türlü bilgi ve belgeye tanık oldum. Bir süre sonra da sanki bir kuyu gibi seni içine doğru çekiyordu. Osman Hamdi, Nazmi Ziya, onlarla ilgili belgeler bilgiler fotoğraflar, çılgına döndüm doğrusu. O kadar çok tarihin içine girdim ki, Adnan Bey de o sıra Türk sanatına ilgi duymaya başladı. Hala kuşkum vardır, Adnan Bey acaba kendisi ilgi duyduğu için mi beni de motive edip arşive aldı diye. Ama sanırım son söylediğim. Çünkü kendisi ilgi duyuyor ve destek olarak birine ihtiyaç duyuyor. Bende o sıralar çok cevvalim, oraya buraya koşturuyorum. O çalışmalar sürecinde, zaten Türk resminin önemli bir dönemidir. 1840 kuşağıdır. Onlar Yıldız Sarayı’nın resmini yapıyorlardı. Hatta Nurullah Berk ve diğer hocalarımız Türk sanatını başlatırken önce onlardan başlatıyorlardı. Çünkü Türk resminin öncüleri onlardı. Yıldız Sarayını yaparken fotoğraflardan da yararlanıyorlardı ve Adnan Bey bunu keşfediyor. Sonrasında da kendiliğinden bir grup oluştu, Sezer Tansu, çok zeki bir adamdır, Canan Beykal ve ben. Dördümüz bakıyoruz sonrasında Yıldız sarayın kütüphanesini görmeye karar verdik. O da İstanbul Üniversitesinin kitaplığına taşınmış bir bölüm olarak orada duruyor. Sonra albümlere bakarken Abdullah Biraderler’in fotoğraflarını bulduk. Kendisi de sarayın fotoğrafçısıdır. Resimlerin orijinallerini gördük orada ve belgeledik. Bu süreç devam ederken Sezer Tansu sanat çevresi dergisinde bir yazı yazdı, Adnan Bey de buna çok içerledi, biz grup olarak çalışıyoruz sen niye tek başına buna sahip çıkmaya çalışıyorsun diye. Sonuçta her türkün yaptığı gibi, önce iyi başlanır, sonra kötü biter. Yani ayrıldı o grup. Ama asıl olan Türk sanatına gerçekten bir dönemin aydınlatılması olarak geçti diye düşünüyorum. Ve arşiv böyle başladı. Biraz uzun oldu ama :))

S: Gayet iyi

Z: Aslında arşivin önemini sormak gerekirken çok güzel bir örnek oldu bu.

Y: Bence de. Yani sizinle bundan önce sohbet ederken Adnan Bey’in müthiş bir hafızası olduğundan bahsetmiştim. Defalarca aynı şeyin üzerinde çalışarak bir şeyler öğrenmek için, mesela fotoğraflara merceklerle bakardık, bu kim olabilir diye. O nedenle birçok ressamı çıkardık ortaya. Resim heykel müzesinde müdürlük de yaptı Adnan Bey o sırada, hiç unutmuyorum Ali Cemal diye bir ressam vardı o dönemlerde, çok güzel bir portreyi temizledik, müzede sergileyeceğiz. Hocam dedim, ben bir tuhaflık görüyorum. O da baktı, evet. İki tane tuval var şasinin üzerinde, şasi bulamamış, aynı ölçüde başka bir kumaş germiş ve ikinci portreyi yapmış. İki tane çok güzel portre. Demek istediğim şu, Adnan Bey’in bu ısrarcı ve dikkati Türk sanatına çok şey kattı. Ben de onun yanında bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Ama sonuçta ben hiçbir zaman kendimi arşivci olarak hissetmedim. Zaten Semra’ya da bahsetmiştim. Sadece ben bir ressamın ne kadar arşiv yapabilirse o kadar yapması gerektiği konusunda çalışıyorum. Kendimi böyle anlatıyorum. Yoksa birden arşiv memurluğuna kayıyor olay. Ben de öyle biri değilim keşke olsam. Kütüphanem var kütüphaneci de değilim. Bir kütüphaneci gelse dizilişinden falan birçok yanlış bulabilir. Benim resimlerime yararı olacak ölçüde, sözün kısası ben bilinçle yapmak istiyorum resmimi.M: Biz de o yüzden görüşmek istedik. Bir sanatçı olarak arşiv ne boyutta etkilidir acaba diye. Direkt arşivcilik değil de, biz bunu sanat eğitimine nasıl yansıtabiliriz ya da bizi nasıl ilerletebilir diye görüşmek istedik. Çünkü bakıyoruz ki aslında geçmişimizden çok kopuğuz ya da boşluklar var. Belki de arşivlemek, belgelemek aynı zamanda hem bir sanatçı olarak hem de bir sanat eğitimi alan öğrenci olarak bizim için eksiklikti. Biz ne yaparsak bunu doldurabiliriz. Geçmişimizi de görelim, şimdiyi de geleceğimizi de planlayabilelim. Bizim atölyenin ders BELGELİĞİ’nin de konumu bu olduğu için, bir sanatçı bundan nasıl etkilenmiş, hayatında nasıl ilerletmiş diye sizinle görüşmek istedik. Size olan etkisini merak ettik.

‘Sanatçı her şeyi ile bir bütün olmalı’ demişsiniz arşivinizden bahsederken.

Y: Evet doğru.

M: Ben bunu sanat eğitiminde merak ediyorum. Sizce sanat eğitimi de böyle olmalı mı ?

Y: Belki de bir ressamın gerekliliğinden çok bir öğretmenin buna çok ihtiyacı olmalı bence. Arşivsel ve kütüphaneci gibi bakarsak eğer. Şu an da internet var, her an her şeyi görebiliyoruz. Ama bizim öğretmenlik yaptığımız dönemde çocukların herhangi bir şeye ihtiyacı olduğunda ben onunla ilgili kitabı önümüzdeki hafta getireceğim derdim. Bir şey olur unuturdum iki haftayı bulurdu. Oysa şimdi her şey hemen bulunuyor. Ama o dönemlerden de geçmek gerekiyordu işte. Kütüphane ve arşiv öğrencilerime bir laboratuvar gibi oldu o dönem. Hatta akademiden ayrılacağım zaman çocuklar önce normal karşıladı bir süre sonra yokluğumu fark ettiler. Elimde onlarca kitaplarla görmek istediler. Demek istediğim o ki, ne olursa olsun öğretmen günün teknikleri ile öğrencisine her şeyiyle anlatmalı. Doğru ise neden doğru, neden yanlış. Çünkü onları  öğrenmek isteyen genç beyinlerin bilmesi gerekiyor.

M: Müzede çalışmış biri olarak peki, şu an ki müzecilik ne durumda, o dönem ile bu dönem arasındaki farklar nedir?

Y: Aynı şeyi söyleyeceğim, ben müzeci de değilim. Yanlış şeyler söyleyebilirim, müzeciler beni bağışlasın. Ben müzeyi seviyorum. Herhangi bir ülkeye, büyük bir kente gittiğim zaman ilk işim müzeye gitmektir. Çünkü ustalarımızı görmek, o müzelerden bir şeyler öğrenmek, çok severim. Türkiye de müze deyince, Resim-heykel müzesi çok talihsizdir. Benim gittiğim dönemden bugüne kadar çok badireler atlattı. Çok somut bir şey söyleyeyim, Atatürk döneminde müze kuruluyor, 1937 yılında. Bir emirle kuruyor. Bütün birimlere haber veriyor, elinizde olan resim ve heykel ne varsa Dolmabahçe Sarayı’nda ki Veliaht Köşkü’ne götürülmesini istiyor. Şimdi ise müzedeki baş eserleri kendi malik hanesine alıyor. Aradaki fark burada. Hatta bir şey daha var, belgeli bu da. Atatürk beğendiği resimler önüne işaret bırakıyor. Sonra bu resimleri gelip alacaklar sizden diyor, sergi düzenleyicisine. Zenginlere telefon ediyor, beğendiğim resimleri lütfen alın ve Resim-Heykel Müzesi’ne hediye edin, diyor. Dolayısıyla da bu müze oluşuyor. Sonra uzun süre kapalı kaldı, Dolmabahçe Sarayı restore edildi. Resim-Heykel Müzesi açılacakken,  ki ben o zaman danışmandım, Serginin Sergisi diye bir sergi yapmıştık o sırada. Bu isim de bana aittir. Şimdi ise ne yazık ki Serginin Sergisi 2′ yi açtılar müzede. Bana kalırsa kötü bir durum. Yıllardır tanıdığım Burcu Pelvanoğlu ve Zeynep İnankur küstüler, eleştirdim diye. Oysa bir öğretim üyesi açık olması gerekir. Eleştirdim çünkü hiçbir müze kopyalarla başlamaz. Bunun dışında resimlerin düzenlenmesini hiç iyi bulmadım, girişini hiç iyi bulmadım. Dar bir koridordan giriliyor, pul gibi Atatürk fotoğrafları ile bu mesele anlatılıyor ve Semra Germaner’e ithaf ediliyor. Neden çünkü Serginin Sergisi döneminde o da danışmandı. Ama o isim bana ait. Sonra duvardaki renkler, o resim o fonla ölüyor, göz hizası için yapılan heykel yere konuluyor. Buna hakkın yok.Z: Müzenin kimliği yok diyebilir miyiz hocam kısacası?

Y: Maalesef yok, bir dönem vardı. Şu an yok, yapı buna hiç elverişli değil zaten.

Z: İşlevsellik olarak mı?

Y: Evet, basıktır, ışıklar galeri ışıklarından daha kötüdür. Homojen ışık gerekiyor.

S: Müzelerden bahsediyorken birde bizim bir müze düşüncemiz var. Erzincan BELGELİĞİ diye büyük bir düşüncemiz var. ders BELGELİĞİ olarak arşiv yönlü çalıştığımız için bu arşivimizi müzeye dönüştürmek istiyoruz.

Y: Neden Erzincan müzesi?

S: Avni Hocamızdan gelen bir şey o. Bir de konum gereği, bu düşünce aslında müze olarak da sınırlanmayacak, aynı zamanda sanatla ilgilenen ama imkan bulamayan kişilere eğitimler de verecek. Şu an ki şartlardan dolayı tabi ders BELGELİĞİ müzesi dijital ortamda çalışmalarını sürdürüyor.

Y: Erzincan müzesini İstanbul’da kurmaya çalışıyorsunuz.

Z: Erzincan müzesi Erzincan da olacak çalışmaları burada başladı. Ama bunun haricinde ders BELGELİĞİ müzesi olacak, bu da zaten İstanbul’da olacak.

M: İlk etapta şu an bulunduğumuz atölyeyi müzeleştirmek istedik. Hem müze olsun hem eğitim devam etsin. Bu Erzincan’ da düşünülenin daha küçük çaplı hali. Yani önce ders BELGELİĞİ müzesi, sonuçta her şeyi biz belgeliyoruz, fotoğraflar tarih tarih ayrılıyor. Yapılan resimler atölyede depolanıyor. Hocamız Erzincan BELGELİĞİ müzesini düşünürken biz atölyeyi müzeleştirme fikri ile ilerlemiştik.

Y: ders BELGELİĞİ müzesi, ne kadar güzel olur.

Z: Evet böyle bir projemiz var. Aslında şöyle eğitim sistemini, anlayışını, düzenini, sizin bahsettiğiniz gibi öğrencilerin aslında büyük bir katkı sağlayarak birbirleri ile iletişim kurduğu ve gerçekten kendine orada yer edinebildiği bir eğitim alanının tasviri veya işte o atmosfer o sistem nasıl oldu, nasıl başladı, nasıl ilerledi bunu anlatan, hem yaşayan hem de geleceğe iz bırakan bir alan oluşturmak gerekiyor. Peki bu noktada olmazsa olmazlar ne olmalı sizce? Nelere çok dikkat edilmesi gerekir bu süreçlerde?ders BELGELİĞİ MÜZESİ

Y: ders BELGELİĞİ fikri önemli bir fikir. Bu müzeyi devam ettirecek siz ve sizden sonra bir sürü genç insan gelecek. Ve yaşadığınız şeyleri, çok samimi çok içten gelen bir şeydir bu, sizin belgeler sizden sonraki kişilere geçecek ve zincirleme devam edecek. Umulmadık bir şekilde büyür ve dehşetengiz bir şey olur. Bunun içinde neler olabilir diye konuşursak, hocalarınızın resimleri olabilir, çok beğenilen öğrenci resimleri olabilir. O dönemin fotoğrafları, yazışmaları vs. bunları 20 yıl sonra düşünün. ders BELGELİĞİ müzesi içi doldurulacak bir şey olur ve bitmez yani. Çok müze gördüm ama ders BELGELİĞİ müzesi enteresan olur yani ve İstanbul’da.

M: Pandemi zamanında sanal müze fikrine yoğunlaşmıştık. Çünkü o dönem kimse müzeye gidemediği için birçok büyük müze sanal müzeye başvurdu. İnternet ortamında müze gezebiliyorduk. Biz de hani gerçekleştiremeyeceksek sanal müze olabilir mi dedik. 

Y: O da olabilir elbette. Başlangıçtır, sonra gerçeğini yaparsınız. Ama gerçek müze çok başka bir şey gibi geliyor bana.

Z: Kesinlikle, içinde olmak orada olmak çok başka. Karşınızda görmek ile ekranda görmek çok farklı.

Y: Nişantaşı’nda bir sergi yapmıştık. Onu sanal galeri olarak yaptılar. Bizim sergi orada başka bir şey görünüyor. Gerçeği oysa çok farklı. Bu sanal, ulaşamayanlar için uygun olabiliyor. Sizin de gerçek bir müzeniz olmalı, orada bilgilendirmeleriniz de olmalı. İnşallah olur.

M: Bu arada sizi de atölyemizde görmek, sizin atölyemizi görmenizi çok isteriz.

Y: Tabi, gelirim, memnuniyetle.

Z: Bizim bir koridorumuz var hocam. Avni hoca okulda fotoğraf bölümünden kullanılan eski aletler, Eğitim fakültesinin küçük bir müze tadında ki koridoru oldu. Bahsettiğiniz bilgilendirmeler, oradaki hocalar, hocaların biyografileri vs, sanırım resim-iş öğretmenliğinin tarihi niteliğinde olan ufak bir başlangıç yapıldı aslında. Ve biz sonraki süreçlerde bunu ileriye dönükte sürdürülebilir hale gelmesi için nasıl bir yol izlememiz gerekiyor, bu noktada sizin tecrübelerinize de ihtiyacımız var. Y: Belirgin şeyler var, elde bulunanları atmayın, onları  sınıflandırıp değerlendirin ama ne olursa olsun, küçümsemeyin en ufacık bir eşyayı, fotoğrafı dahi. Bu küçük şeyler, yazılar fotoğraflar belgeler müzeyi oluşturur.

S: Kesinlikle, olabildiğince toparlamaya çalışıyoruz.

Y: Toparlayın, sonra gerisi gelir zaten. Yaşamak gerekiyor, resimde de o vardır zaten. Resimde yaşamadığın bir şeyi yapamazsın mümkün değil, yapay olur. Aşık olmadan aşk şiiri yazmaya benzer.

M: Bedri Rahmi size neden böyle resimler diye sormuş, siz de çünkü şehrin gürültüsünü duyuyorum, onu yaşıyorum demiştiniz.

Y: Evet evet. Bana dedi ‘ya reis sen Afyonluymuşsun duydum, niye o güzelim heybeleri eşek üstüne koyup onların resmini yapmıyorsun da, gidip motor resmi yapıyorsun?’ dedi. Bende dediğin gibi ‘hocam ben her gün otobüse biniyorum araba gürültüsü, daha önemlisi ben motosikleti çok seviyorum.’ diye anlatmıştım. Bu doğru bir şey bence iyi ki öyle anlattım ama o bile yanlış geldi, o kadar odaklanmış bakıyordu kendi öğrencilerine. Ama her zaman saygı duyuyorum kendisine, çok iyi bir ressam, çok faydası vardır Türk sanatına.Z: Sanatçının müzelerle bağlantısı nasıl olmalıdır, hatta sanatçı adayı, sanat eğitimi gören öğrencilerin müzelerle ilişkisi nasıl olmalı?

Y: Bunu Türk sanatçısı hiçbir zaman deneyimleyemedi ne yazık ki. Kuşak kuşak baktığımız zaman sizler de dahilsiniz, kendi sanatını tanıyamadan mezun olmuş, olan yüzlerce genç var. Leonardo, Tiziano, Boticelli tanımak, önce kendi sanatını tanımıyor. Nazmi Ziya diyorsun öyle bakıyor. Biz neyiz, önce bunu oturtmamız gerekiyor, sonra ona göre yol almalıyız. Hep Batıyı kopya etmek, sahici olmuyor. Bir dönem ressamlarımız İstanbul Boğaziçi’ne bakarak, manzara resimleri yapıyorlardı. Mavi boğazı grileştiriyorlarmış. Önce kendi değerlerin farkına varman gerekiyor. Hem ulusal kaynaklar, hem kendi yaşamın kent kültürüne dair her şeyi sanatın içine katmak gerekiyor bence. Sanat yaşayarak olur çünkü. Ben mesela üçgen yapıyordum neden, çadırlardan kaynaklanıyordu. Neden çadır yapıyordum, grev çadırları vardı, işçinin yanında olmak için. Koskoca bina önünde bir çadır, o çadır meydan okuyordu koca binaya ve o enerji benim hoşuma gidiyordu.

Çadır, üçgen, dikilitaş şimdilerde nişantaşı diyorum. Sanatçıların her yaptığı şey nişan koymaktır nokta koymaktır. Maçka galerisinde sergi yapıyorum ne yapmam gerekiyor diye düşünmeye başladım. Sonunda orada iki tane dikilitaş var biri yargıcın önünde, biri de teşvikiye karakolun önünde. Bu ikisi Padişah Abdülmecid tarafından dikilip nişan konuluyor. Diyor ki ‘orası çok ferahfeza bir yer çok hoş esiyor. Orada evler yapın.’ diyor. Bu halini görse söylediğine pişman olurdu herhalde :)) O iki nişan taşı da o nişan taşı, nokta işaret koyuyor yani. Biz de resimlerimizle heykellerimizle nişan taşı yapıyoruz. Nişantaşı daha samimi geliyor o yüzden şimdi öyle demeye başladım bende. Yani müzeden konuşurken de dediğim gibi samimi olmak gerekiyor, samimiyetin yanına özgürlüğü de koyabiliriz ve sanat yapabilmen için kendini de düşünmen gerekiyor. Birikimini, kimliğini, kişiliğini düşünmen gerekiyor. Bütün bunlarla beraber sanatçı ve elbette müzeye doğru varırız bence.Z: Çok teşekkür ederiz hocam, birikimlerinizi görüşlerinizi aktardığınız için, bizi ağırladığınız için. Biz de sizi mutlaka atölyemize bekleriz. 

Y: Ne demek, ben teşekkür ederim. Memnuniyetle.

 

Söyleşinin videosu;

Söyleşi: Merve Çifcibaşı, Semra Güler, Zekeriya Ezelhan

Çekim/Kayıt: Zeynep Habiboğlu, Zekeriya Ezelhan

Kurgu/Montaj: Zekeriya Ezelhan

Çekim Tarih ve Mekan: 20.08.2022/ Yusuf Taktak Atölyesi

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Günleme © 2019 Tüm Hakları Saklıdır.