İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Sınır ve Kimlik” Sinejan Kılıç Buchina ile Söyleşi

2007 ders BELGELİĞİ mezunu Sinejan Kılıç Buchina ile Günleme ekibi olarak Hüseyin Avni Öztopçu atölyesinde keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Şu an sanat hayatına Amerika’da devam eden Buchina, bize hayatı ve çalışmalarının sürecinden bahsetti.

ders BELGELİĞİ ile nasıl tanıştınız? Atölyedeki eğitim süreci sizin için nasıl bir tecrübeydi ?

ders BELGELİĞİ ile Avni Öztopçu atölyesinde tanıştım. Mezun olalı 13 sene geçti ama geriye dönüp baktığımda en iyi hatırladığım atölye sanırım. Eleştiriyi sadece desen, kompozisyon, teknik olarak değil aynı zamanda sanat felsefesi üzerinden açıklayabilen bir eğitmenin bulunması, benim ve sınıf arkadaşlarımın bakış açısını çok değiştirdi. Eğitmenin sürekli atölye içinde bulunması çok önemli; yarını ya da gelecek haftayı beklemeden işlerin üzerinden o anda eleştiri alabilmek öğrenciler için çok verimli bir diyalog. Ayni dinamiği ben de öğrencilerimle sağlamaya çalışıyorum.

Hüseyin Avni Öztopçu atölyesinden aldığınız sanat eğitiminin hayatınıza yansımaları oldu mu?

Bazı atölyeler öğrenciyi küstürür ve bu yüzden fakülteyi, ya da sanatı bırakan çok insan duyarsınız. Benim içinse tam tersi bir durum oldu. Sanatla ilgili ne varsa hepsinin içine girmeyi başardım sanırım.

Mezun olduktan sonra bu atölyede edindiğiniz birikimle nasıl ilerlediniz?

Mezun olduktan sonra iki sene Londra’da yaşadım. Döndükten sonra üç sene galerilerde çalıştım. Bu zaman içinde grup sergilerinde yer aldım. 2012 yılında biri İstanbul’da diğeri Berlin’de olmak üzere iki küratörlük denemem oldu. Berlin’deki sergi üç ay süren bir küratör rezidansı sonunda gerçekleşti. Toplamda 9 sanatçı-küratör ya da sadece küratördük. Çoğumuzun ilk kez deneyimlediği “sanatçıdan küratörlük” deneyimini yaşadık. Kesinlikle çok şey öğrendik. Zaten sanatçı-küratörlerin görme biçimlerinin biraz daha kapsamlı olduğunu düşünüyorum. Mekânda paylaşılacak işlerin mekanla ilişkisini ve aynı zamanda üretme süreçlerini daha iyi görebilmelerinden dolayı sergi öncesindeki yerleştirme sürecinde verdikleri kararların daha isabetli olduğunu görüyorum. Bir sonraki Documenta’nın küratörü bir sanatçı mı olmalı sorusunun cevabını da vermiş oluyorum sanırım.
2013 sonunda New York’a taşındım. City Üniversitesi’nde Sanat Tarihi yüksek lisansımı tamamladım. Son altı senedir çeşitli kurumlarda görsel sanatlar eğitmenliği yapıyorum. Atölyem Brooklyn Bushwick’te.
Son on sene içinde İstanbul, Londra ve New York’ta sergilerim oldu. Geçen sene ağustos ayında New York’ta ilk kişisel sergim gerçekleşti. Ekim ayında yine New York’ta Roxbury Gallery’de iki kişilik bir sergim olacak.
Geçtiğimiz Kasım ayında da Sukhum, Moskova, İstanbul ve New York başta olmak üzere, çoğu diasporada yaşayan Kuzey Kafkasyalı sanatçılardan oluşan Nov20 Sanatçı Kolektifi’ni kurduk.

Amerika’da gelişen sanat hayatınızın size ne gibi katkıları oldu?

Eskisine göre daha homojen bir dünyada yaşıyoruz. Çok keskin bir ayrım olduğunu düşünmüyorum. Farklı ülkelerde aldığım sanat eğitimlerinin katkısı oldu elbette. Lisansta Gombrich ve Erwin Ponofsky’i üzerine düşünürken, yüksek lisansımda post-kolonyal teorilerinden makaleler vardı. Kısaca, üretme biçimime katkısı olan en önemli etken, sanat yörüngesine giren ve onun çevresinde onunla ilgili ne varsa repertuarıma dahil etme isteğiydi. Farkında olmadan bir yönteme dönüşüyor zaten, sürekli sorgulayan ve karşılaştıran bir yöntem.

“Sınır dediğimiz şey dil ile başlıyor, kültür ile başlıyorsa benim burada altını çizdiğim şeyler bağımsızlığını ilan eden, dili ve spesifik bir kültürü olmasına rağmen sınırları belirlenememiş ülkeler.”

Küf olarak nitelendirdiğiniz çalışmalarınız var. Yıpranmış ve eskimişe olan bir yöneliminiz varmış gibi. Neden “küf”?

İşlerimin teori kısmında üretme aşamasındaki yaratıcıyı etkisiz hale getirmenin olasılıkları üzerine düşünme şekillerini aradım aslında.
Akrilik, mürekkep, füzen gibi geleneksel plastik sanat materyallerinin yani sıra doğada var olan ya da olmayan; sentetik, kimyasal, organik olan bu maddeleri formal olan tuval üzerinde kullanıp iki boyutlu üretme biçimlerinin dışına çıkarma arayışıydı. Tam karşılığı olmayan “foreign objects” in yüzeyde karşılığını vermesi.
Örnek olarak, atölyemde ürettiğim pası farklı kimyasallarla birleştirerek oksidasyonun oluşturduğu reaksiyonları arşivliyorum. Bu işlemi yaparken bir yandan acemi bir kimyager rolüne giriyorum. Örneğin silikonlar, silika silikon, çeşitli hayvan tüylerinde dönüşüm tamamlanırken kimyasal metamorfoz pano ya da tuval üzerinde hala devam ediyor. Süreç çok önemli. Ama bunlar genelde hazır materyaller de olabiliyor ya da başka bir atölyeden kalma geri dönüştürülebilir malzemeler de var bunun içinde. Bazı malzemeleri tuval üzerinde dönüşümüne izin verirken bazılarını çıkartıp izlerinden resme başlıyorum. Böylece sınırlara girmiş oluyorum. Sınır ve kimlik.
Biz sınırlardan nasıl bahsediyoruz? Bir ülke fiziki/coğrafi olarak var olabilirken, siyasi haritada nasıl yok sayılabiliyor? Bu sınırları belirleyen konuştuğumuz dil veya ırk mı yoksa sömürgeci ülkelerin belirlediği çizgiler mi bu sınırlar? Sınır dediğimiz şey dil ile başlıyor, kültür ile başlıyorsa benim burada altını çizdiğim şeyler bağımsızlığını ilan eden, dili ve spesifik bir kültürü olmasına rağmen sınırları belirlenememiş ülkeler. Daha doğrusu devlet olamamış ülkeler.
Bunların içinde Abhazya da var. Abhazya Gürcistan’ın kuzey batısında yer alan de-facto bir ülke. Yani bağımsızlığını ilan etmiş ama Birleşmiş Milletler tarafından tanınmıyor. Bu sınırlar aslında haritada bulabileceğiniz sınırlar değil, zaten bu ülke haritada bulacağınız bir ülke de değil. Oradaki ironi de biraz buradan geliyor sanırım. Bu siyasi ve politik haritada öyle bir sınır yok ama öte yandan, var da…

Bu çalışmaların gittiğiniz ülkelerle nasıl bir bağlantısı var?

Bu iki aylık gezi sürecimde Abhazya ve Kabardino-Balkarya odak bölgelerimdi. En son gittiğim bu dört bölge hem fiziki hem sosyolojik hem kültürel olarak birbirleriyle ilişkili. Abhazya ve Gürcistan ile komşuyken, Kabardino-Balkarya Rusya’nın içinde özerk bir bölge. Bir Abhaz olduğum için ayrıca anlamlıydı benim için.
Haritaları yaşayan bir organizma gibi kullanıyorum; belki dili kurumaya yüz tutmuş bir göl veya savaşın ardından yeniden belirlenen sınırlar gibi yüzümüzdeki kırışıklar… sürekli değişen bir harita. İlk akla gelen haritaların objektif olduğudur, çünkü bilgi alma ihtiyacını karşılar. Halbuki sınırlar her zaman hareket halindedir; yeni bir forma bürünür, ilerler ve bazen de koca bir ülke kaybolur, silinir.

Küf ve pas kullanarak çalışmak zor olmalı. Nasıl bir çalışma ortamınız var?

Maske ve eldivenle çalışıyorum, tabi yoğun solunuma maruz kalmak çok zararlı ama günlük hayatımızda da küf ve pasla karşılaşıyoruz, hatta farkında olmadan birlikte bile yaşıyoruz.

Küf işlerinizden önce de doğada çalışmışsınız.

Doğada çok çalıştım, evet. Başta bu hiyerarşiden bahsetmiştim. Kendimi çıkarmak istemem de aslında doğanın kendi başına nasıl müdahale edebileceği ile ilgiliydi biraz. Aslında bu ütopik bir şey olarak kalıyor çünkü yaratıcı ve iş arasındaki hiyerarşiyi yok etmemiz mümkün değil. Ama dediğim gibi bu kesin bir varış noktası değil ve hâlâ bunun üzerine çalışıyorum.

Web sitenizde yayımladığınız kısa video işleriniz var. İşlerin devamı gelecek mi?

Evet, devam edecek. Onlar bu söylediğim serinin başlangıcı aslında. Videolarımla fotoğraflarımın bir araya geldiği bir enstalasyon olacak sergide.

Etkilendiğiniz sanatçılardan örnek verebilir misiniz?

Adrian Piper, Anselm Kiefer, Ayşe Erkmen, Banu Cennetoğlu, Cevdet Erek geliyor aklıma şu an.

Bu keyifli söyleşi için teşekkür ederiz. Sınırların olmadığı sergilerde görüşmek dileğiyle…

Ben teşekkür ederim.

Söyleşi: Didem Dağdelen, Şeyma Kaya, Sümeyye Çalışkan, Gamze İyier
Düzenleme: Sümeyye Çalışkan
Söyleşi Tarihi: 18 Kasım 2019

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Günleme © 2019 Tüm Hakları Saklıdır.